Horoz şekerli rüyalarımızdan uyanıp, yoksul uykularımızdan kendimizi attığımız şen ve masum gülücüklerin yankılandığı, bal çiçeği kokan sokaklarımız vardı.
Karataşlarla örülü, tozlu yollarda, koşuştururken, cebimizdeki bilyelerin birbirine çarparak çıkardığı sesler inanın dünyanın en güzel müziği idi.
Sırtımızdan akan yaramazlık terlerini silmek için arkamızdan koşarken, lastik terlikli ve kızgın annelerimiz arka cebimizdeki sapan düşmesin diye nasıl da gayret ederdik.
Ateşli, barutlu, masum, ikircikli, masum ve çikolatasız günlerdi. Raj Kapor’la hüzünlendiğimiz, “Şampiyon” ile ağladığımız, Bruce Lee ve Kara Murat’la racon kestiğimiz bisikleti ve bisiklet yolu olmayan çocuksu yayalıktı bu anlattığım.
Süpermen ve Örümcek Adam suretinde kapitalizmle tanışmadığımız için dünyanın en güzel salça ekmeğini yedik ana eli değmiş nane aromasıyla.
Bizi kimse sevmese de umurumuzda değildi. Kel Oğlan, Nasreddin Hoca, Alpertunga, Küçük Ev, Bonanza yeterdi. “Çocuktum ufacıktım, çok yoruldum acıktım, yolda buldum bir erik, aldı gitti alageyik” diyerek fütursuz kahkahaları savururduk hayatın ruhuna.
Rancerler vardı ama polisler yoktu o Berkin yaşımızda. O nedenle duvarlarında kırmızı boya ile TEK YOL DEVRİM yazan mahallemizin yazın tozlu, kışın puslu sokakları en şefkatli evimizdi.
Her genç kızın rüyası Zetina dikiş makinesi, annelerinki merdaneli çamaşır makinesi, babaların benekli filtreli samsun sigarası e ağabeylerimizin de yeşil parkası, kulüp rakısı, İncilipınar sohbetleri, ikindi sazı çelebiliğinde mutluluğun en asil resmiydi Nazım’a inat…
Derin dondurucu olmadığı için tel dolabı kıvamında olurdu küslükler. Hatırlarım da pikniğe at arabası ile gidilirdi. Alleben’de atını yıkardı Arabacı Yusuf. Mis gibi köfte kokardı ortalık. Çimenin rengi tenimize geçerdi Kavaklık’ta. Kuzu kulağı gömlek, İspanyol paça pantolon modaydı. Gençler afili saçlarını, bildiğimiz limona borçluydular.
Bu nam yobazlar ortada yoktu. O nedenle, “kızlı-erkekli”, içki falan lafları edilmez, kahvelerde bira içilir, horoz dövüştürülür, yeni alınan televizyon dantelli örtüyle görmeye gidilirdi.
Kullan-at yoktu. Mesela gazozu kapağını cam çivisiyle delerek içerdik. Portalin yada Boğaziçi’ydi markası. Delik ne kadar küçük olursa o kadar geç biterdi. Yazları kaynamış darıya (mısır) dadanır, kışları, şimdi popcorn diyor ya yeni yetmeler gavurcacının sesine kulak kabartırdık.
Vay be beyaz kağıtlardan uçaklar, gemiler yapardık!
Bu kadar yalansız hayatlardan, lekelenmiş zamanlara geldik iyi mi?
Duruşmam vardı yine.
Ertelendi.
Büyürsem, itfaiyeci olacağımı söyleyen ben ruhumdaki ateşi söndüremeden geldim adliyeden.
Bu yaşamsal yalan, beni aldı o arınık dünyaya götürdü.
Hem de yüreğimdeki lekelerle.
O lekelerle… |