Açlıkla ilgili bende iz bırakan iki tane roman vardır.
Biri; Norveçli Knut Hamsun’un, diğeri ise Türk edebiyatının etkili kalemi Hasan İzzettin Dinamo’nun, “Açlık” isimli romanlarıdır…
Dünyanın iki farklı coğrafyasında insanlığı tek derdi olan açlığı ve aç insanın bugünlerde unuttuğu “gurur” kavramını son derece çarpıcı bir dille işlerler…
Bu yazıya başlamadan önce uzun uzun, açlık ile gurur arasındaki ilişkinin, bizim ülkemizde ve kentimizde ne denli çarpıklaştığını, soysuzlaştığını, hayvanileştiğini ve uğursuzlaştığını düşündüm…
Özellikle de açlıkları geçici olan, o hırsla karnını doyurmak için her yola başvuran ve devesini düze çıkardıktan sonra bile ilkel benliğindeki o doyumsuzluk histerisi ile yaşamına yön vermeye devam eden insan görünümlü primitifleri şöyle bir gözümün önünden geçirdim…
Fiziksel, ruhsal, beyinsel, kimliksel ve cinsel açlıkları ile tok gibi görünmelerine rağmen, toplumumuzun değerlerini kemirmeye devam eden o yoksunluk budalalarının bizi getirdiği noktanın beni hep evhamlandırdığını özellikle belirtmeliyim…
Özellikle siyaset denilen ve istisnaları bir kenara koyarsan at cambazlarının cirit attığı alanı kullanarak biçim değiştiren sınıf atlayan, başkalaşan, dün karnı guruldarken bugün ensesinin kalınlığı cetvelsiz ölçülen tipler tam da bu evhamının odağında yer alır.
Hele bir de ayak oyunları ile kendilerini iktidar partisinin iğreti yakasına şirinlik muskası gibi yapıştırmayı başarırlarsa bize, “ne olacak bu memleketin sonu?” demek kalır…
Dünün aç, bugünün tok asalaklarını düşündüğümde, bu soruyu kendi kendime “bu memlekette ne oluyor?” diye sorarım…
Neler mi gelir aklıma?
Hemen paylaşayım:
Adam, siyasi partinin bilmem ne başkanıdır; dün işçisine verecek parayı bulamıyordur ama bugün arka arkaya show-room açmaktadır…
Adam, hayatında hiç namuslu bir iş yapmamıştır, tefecidir, yüzdelikle çek kırar ama bugün iktidar sofrasının en başında belediye meclis üyeliği yapmaktadır.
Adam, teşkilatın önemli isimlerinden biridir, cinsel açlığı başına vurmuştur.
Adam, kuyum işleri ile uğraşır, kimlik açlığı nedeniyle bu kentin gizli sağlık müdürüdür. Adı işe aldığı hatunları yatağa atmakla anılır. Karnının büyüklüğünden önünü göremez ama devletin kaynaklarından nasiplendiği rivayet edilir.
Adam, bir simit alır, çay parası vermemek için partiye gelir, ama ne olduysa bugün önemli bir markanın Gaziantep bayisi şerefine nail olur.
Adam, borçlularından kaçacak delik ararken, fare olarak girdiği o karanlık dehlizde, siyasetin artıklarıyla beslenerek obez olmuş; karanlık muhasebecilik, çantacılık işlerinin baş aktörü olmuş, muhafazakârlığıyla öğünen o yapının spor takımında düşürüp-kaldırmadığı kız bırakmamıştır…
Bu lanetli listeyi uzatmak mümkün.
Mümkün ama Knut Hamsun’un roman kahramanı o kadar aç kalır ki bir dönem gelir yediklerini kusmaya başlar. Çünkü midesi boş kalmaya, kendisi açlığa alışmıştır.
Hasan İzzet Dinamo’nun kahramanı, kalacak yeri olmadığı zaman gururu yüzünden bir metrekarelik tuvaletten yaşayabileceği, yatabileceği bir alan yaratır.
Ama boğazına kadar pisliğin içinde iken, baklavayı afiyetle yiyebilme yüzsüzlüğüne sahip bu şehir züppeleri, işte bana bunları düşündürdü.
Bu nedenle, özellikle “akıl açlığım” benim için önemlidir.
O haysiyetsizlerin, “değer” diye topluma yutturmaya kalkıştığı şarlatanlıklar hasbelkader de olsa önüme geldiğinde akıl tutulması yaşar, ben de Hamsun’un kahramanı gibi işte böyle kusarım…
Umarım beni anlıyorsunuzdur!
|