Gri binaların, koyu gölgeleri uzarken, şehir, sessiz acılarına dönmüştür yüzünü.
Sokaklar, çocukların şen şakrak kahkahaları ile çınlarken, umarsızlık başka bir aşk olur.
Güvercinlerin havalandığı bir damda, fon arkasında duran Kale, yitirmiştir azametini.
Tik-tak, arsızca ilerleyen saatin mekanik sesi çoğalır durur aklınızın en gerekli yerinde.
Bir sürü haylaz tarafından acımasızca dövülen bebenin burnundan sızan kan olursunuz.
Kaçırdığınız gözleriniz yapışır, inkârınızın göz göz çatlamış soğuk duvarlarına ansızın.
Kendinizi o kirli, serseri, hırsız kara kedinin ağzındaki çaresiz serçe gibi hissedersiniz.
Derken gecekondu duvarları hani mecazen ruj kırmızı renklerle yıkıma damgalanır.
Yoksul barakalarının çatısını kiremit niyetine örten ince sac biraz daha paslanmaya başlar…
Sararmış duvarları arasında işçi kahvelerinde işsiz babaların saçları da biraz daha aklanır.
Başkanların, “dönüşüm” dedikleri gariban semtlerinin başkaları oysa sıcak bölüşüm derdindedir… Kadınlar, siyah-beyaz evlilik fotoğraflarını ya da sünnet olmuş erkek çocukları ile saçları örülmüş esmer kızlarının kırışmış fotoğraflarını koyarlar özenle karton kutulara…
Kağıt toplayıcısı Ahmet, balon satan Ferit’ten sigarasını yakmak için çakmağını ister. Yüz yüze bakarken günübirlik yaşadıkları yevmiye kaygısı girer aralarına da ekmek tutulması yaşarlar en taze ve en sıcağından. Taklacı güvercinleri şevke gelir o ara. Çocuklar terliklerini çorapsız giyerler, seyyar satıcılar davudi sesleriyle akşam yemeğine işaret eder.
Taksi şoförlerinin çoğu cambaz, otobüs şoförleri kabadır bu kentte. Yüreği kelebek olana da levye olana da çemkirirler at hırsızları gibi. Benim önüme çıktığında tekmeyi patlattığım konserve kutusu kadardır dünyaları. Tıpkı, bu şehirde bizi yönetenlere benzerler…
Hani işçi kahveleri demiştim ya. Ciğer düşmanıdır, ağulu, kahverengi ve sarımtırak dumanı saçlarınıza, atletinize, bıyıklarınıza siner damgalı bir yoksulluğun en lanet yerini işaret etmek için. Kimi zaman küçük kumarlar oynanır, çoğunlukla çaylar borç defterine yazılır. Katbe kat giyinmiş topaç gibi kadınlar öfkelerinden, içinden küfür, dışından bedduaya sarılır…
Saçlarını en ucuzundan briyantine bulayan, ütüsüz ve markası belli olmayan kotlarına, suni deriden kocaman ayakkabılar uyduran gençler, yamalı biçimsizlikleri ile Kül Kedisi’ni ararlar yangından arta kalan geniz yakan griliklerde.
Esnafının çoğu yavşaktır bu şehirlerin. Genetik değildir bu dediğim Dört yaşında geldikleri dükkanlarında babalarının kendilerine çatılan sert ve kalın kaşlarından öğrenirler tacirliği. İnsanlar; naylon terlik, soba altı, çamaşır ipi, manifatura, açıkta satılan deterjan, çamaşır mandalı falandır ve fazlaca da bir önemleri yoktur. Tuvalete giderken, dükkânının anahtarını komşusuna teslim etmeyecek kadar hırsız, gazete kağıdından yapılmış sofrada ortak yaptırdıkları lahmacundan bir tane fazla yiyebilmek için boğulmayı göze alacak kadar fırıldaktırlar.
Kent, dramanın en gerçek yaşandığı hayat sahnesidir.
Acı, hem enlemesine hem boylamasına yaşanır.
Vurgun, karada yenir…
Ssklasakta, saklamasakta, sokak bizim evimizdir.
Yaşlı pir, Antep bunu iyi bilir.. |